30 Eylül 2012 Pazar

80 LERİN ve 90 LARIN MÜZİKLERİNİ NEDEN SEVİYORUZ??

 

70 & 80 doğumlular zaman zaman aynı şeyi dile getirilir: "90 larda ki şarkılar bir başka güzeldi 2000lerden sonra şarkıların tarzı değişti çoğu şarkıyı sadece 1-2 defa dinledikten sonra aynı hissiyatı vermiyor hatta dinlemek bile istemiyorum" vs.....



İşin ilginç yanı bu söylemler zamanla azalacağına her geçen sene sıklaşıyor; ya hepimiz biraz daha yaşlandığımız için biraz içimiz buruk ya da hakketen her geçen sene aynı yoğunlukta şarkılar bestelenceğine dair ümidimiz azalıyor





Peki neden??
Neden aynı şarkıyı yıllar geçse bile gene aynı zevkle tüketiyoruz, duygulanıyoruz, seviniyoruz üzülüyıruz vs.? Hani ilk gençlik çağımızın şarkıları oluğu için mi? hani ilk kabuğumuzdan çıkış zamanlarına denk geldiği için mi? Bence bu tür romantik etkenlerin de ağırlığı vardır,



ama bence asıl önemli etken; bence o zamanki şarkıların hiçbiri bencil şarkılar değildi, hani şarkıyı dillendiren sevdiği için hep kendinden veren taraftı; sevgili ilgilenmese hatta ona kötülük yapsa dahi seven gene seviyordu 


hatta şarkılarda sevgili ya da dolaylı olarak onla ilgili olarak her türlü bunalım, zoerluk, acıya her türlü kabul etme, seve seve göğüsleme vardı ya da en azından kimse yüz vermeyen sevgili yüzünden " bebekte üç beş tur atarım demiyordu".


 Aslında konuyu sadece Türkiye için değil o zamanlar dünyaya baktığınızda benzer bir durum söz konusu; eminim çoğumuzun sözlerini bildiğimiz aklımazda kalan yabancı parçalar 80 ler ve 90 lara ait.



En azından hiç yabancı müzük dinlemesek bile hepimiz queenden, metallicadan birkaç şarkı biliyoruzdur.






Dikkatimi çeken diğer bir noktada; bu özlem tek bir müzit türüne değil, aynı hissiyat pop içinde, alterantif içinde rock müzik dinleyeni hatta arabesk müzük dinleyeni içinde aynı.


Demin bu şarkıları sevmemizin nedenini bu şarkıların bencil olmadığına bağlamıştım; peki iyi hoşta neden hem Türkiye'de hem dünyada böyle şarkılar yapılıyorduda sonradan işler değişti??

Ablam ve eniştemle benzer konuyu konuşurken şu noktaya vardık; 90lar dan 2000 lere kadar her ne kadar Dünya çok huzurlu bir yer olmasada 2000 lere nazaran daha huzurlu ve özgür bir dönemdi ve kimse politikasından, sanatından tutunda da ekonmisine kadar aşırılığa kaçmıyordu. Hani şöyle kronolojik olarak 80 lerin sonu ile 90 ların başında dünyada olanlara kısaca bakarsak:



1.1989: Berlin duvarı yıkıldı
2.1990: Nelson Mandela özgürlüğüne kavuştu
3.1991 sonu: Sovyetler Birliği dağıldı



4.1991 Körfez savaşı başladı ve aynı yıl bitti
5.1991 Irak Kuveytten çekildi
6.1991:Mercury Öldü
7.1993:Nelson Mandeleya Barış ödülü verildi
8.1994:Mandela Güney Afirakada ilk siyahi başkan oldu
9.1994 Yaser Arafat 27 yıllık sürgünden sonra Gazzeye döndü
10.1994:Rusya Çeçenistan'a savaş açtı
11.1995: Amerikan Uzay mekiği  Discovery ile Rus Uzay üssü Mir Uzayda buluştu
12.1995:Rusya ile Çeçenistan arasında grozni antlaşması imzalanarak barış sağlandı
13.1996: Yaser Arafat Filistin Devlet Başkanlığı seçimini kazandı
14.1997: Uzun yıllardan sonra solcu Tony Blair  İngiltere başbakanı oldu
15.1997: Hong Kong 157 yıllık ingiliz yönetiminden sonra Çin'e devredildi
16.1997:Siyasi karisikligin sürdügü Endonezya'da 32 yillik diktatör Suharto istifa etti.
17.1999: Avrupa para birimi Euro dolaşıma girdi.

Listeye genel olarak baktığınızda her ne kadar gene korkunç olaylar olsada 2000 lerde yaşadıklarımıza göre genede huzurlu bir ortam.



İkiz kulelere saldırıdan sonra olanları hepimiz az çok biliyoruz; tüm dünyayı bir terör korkusu saldı, güçlüler güvenliği sağlamak adı altında istedikleri coğrafyayı işgal ettiler, ırkçılık ve din milliyetçiliği arttı herkes fişlendi vs..

ASlında diğer öenmli bir konuda 2000 den sonra ABD nin Irak'a girmesi ile oluşan savaş ekonomisi ile tüm dünya aşırı bir şekilde tüketmeye başladı, Mortgage lar, hiç sorgulmadan verilen yüksek niktarladar krediler vs.. herkesi kazandığından çok tüketemeye tetikledi ve lüks yaşamın daha popülerleşmesini sağladı ee tabi bu da şarkılara rastladı misal aklıma ilk gelenler:




Tabii 2008 den sonra kriz patlak verdi; Dünya bu kadar tüketmeyi kaldıramadı ama bence henğz bu durum şarkılara yansımadı ama bence önümüzdeki 5 yıl içerisinde (hatta lana del roy ve  florence ile başladı bile bence (en  aşağıda ki 3. ve 4. şarkılarını paylştığım)) bu durumda şarkılara yansıayacaktır ve aşağıdaki gibi /şarkılar  bence azalacaktır.( 7/24 parti durumu, lüks arabalar, bir sürü güzel kadın vs..)









12 Nisan 2012 Perşembe

OUTLIERS

Serkan sayesinde geçenlerde " outliers çizginin dışındakiler "(Malcolm Gladwell) adındaki kitabı okudum. Normalde kişisel gelişim kitaplarına karşı bir antipatim vardır ama Serkan'ın anlattıklarından ve kitabın giriş kısmını okuduktan sonra bu kitabın çok farklı olduğu aşikâr oldu. Kitap genel hatları ile başarının öyküsünü gerçekçi verilere dayanarak anlatıyor. Kitabın en sıkıştırılmış halde anlatmak istediği çok başarılı insanların başarılı olması onların doğaüstü yeteneklerine süper IQ larına bulunmaz kişiliklerine bağlı değildir, bir insanın başarılı olması doğduğu yıla, büyüdüğü sosyal çevreye yaptığı çalışmaların yoğunluğuna bağlıdır. Kitap toplam 11 bölümden oluşmakta burada hepsini satır satır burada anlatacak değilim sadece çok sevdiğim bölümlerinden biraz bahsetmek istiyorum.
A) OCAK-MART AYINDA DOĞANLARIN GİZEMİ (MATTHEW EFFECT)
 Başlığa ilk başta bakınca sanki tarotla, burçlarla alakalı gibi gelebilir ama aslında hiç alakası yok. Kitabda yapılan araştırmada Kanada'nın en iyi buz hokeyi liginin genelde Ocak-Mart ayında doğdukları keşfedilmiş, onun dışında benzer bir araştırmayı Avrupa futbol ligine uygularsanız benzer sonuçlara ulaşıyorsunuz(birkaç isme baktım tuttu hakkeden:)) Bu durum en yalın açıklaması: Şu anki alışılagelen eğitim sisteminde sınıflar yaşa göre sınıflandırılmakta. Her yıl belli bir yaşa gelen her çocuk okula başlar. Ama burada şöyle bir duruma dikkat etmek gerekir. Mesela 2000 yılında okula yani başlayanlardan oluşan bir sınıf düşünün hepsi 2000 doğumlu ama aynı sınıfta Ocak.2000 doğumlularda bulunmakta, Aralık.2010 doğumlularda yani aynı sınıfta olupta aralarında 11 ay fark olan insanlar mevcut. 2008 yılına gelindiğinde aynı sınıfta futbol ya da basket takımı ile ilgili elemeler yapılsa fiziki açıdan sınıf arkadaşlarına göre daha yetişkin olan ocak-şubat-mart doğumluların seçilmesi muhtemeldir. Sonrası mı? Takıma seçilen aday sokakta top oynayan arkadaşlarına göre daha ciddi ve daha yoğun bir eğitim alacaktır. Aldığı eğitim ile beraber hem vücudu hem de yetenekleri daha fazla gelişecek ve ilerde başka elemeler olduğunda öne geçmesi diğerlerine göre daha olası olacaktır. Aslına bakarsın burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta yapılan antremanların yoğunluğunun önemi.
 B)10.000 SAAT KURALI
Kitabdaki en sevdiğim bölüm. Sizce Beatles ile Bill Gates'in ortak noktası ne? ya da Fazıl Say niye piyanoda bu kadar popüler. Bu abilerin doğaüstü bir yetenekleri mi var? Tabii ki yatkın olunan konularda uzmanlaşmanın faydalı vardır ama biraz sonra bahsedeceğim şeyin yanında devede kulak. Kitap diyor ki bir konuda tam anlamıyla profesyonel olmanız için o konu ile ilgili olarak 10.000 saat çalışma duvarını aşmanız lazım. Bu eğer futbolcu iseniz 10.000 saat antrenman, dansçı iseniz 10.000 saat prova, eğer mühendis iseniz fazla ve fazla mesai demek.
1990 yılında psikolog K. Anders Ericsson Berlin Müzik Akademisi keman eğitimi alan mezunları bir araştırma yapmışlar: Araştırmada mezun olanları 3 gruba ayırmışlar:
1. grupta dünyaca bilinen kemancılar;
2. grupta iyi olan kemancılar
3.grupta bu işi hobi olarak devam ettiren ya da herhangi bir okulda ya da bir yerde eğitim verenler.
Bu 3 grupta bakıldığında kemana nerdeyse aynı yaşlarda başlarmışlar (5 yaş). İlk 1-2 yıl her grup her hafta benzer oranda pratik yapıyor. Fakat gruplar 8 yaşına geldiğinde yapılan pratik oranları değişmeye başlıyor; 1.grup diğer gruplara göre çok daha fazla pratik yapıyor. Gruplar 20 li yaşlarına geldiğinde grupların toplam yaptığı çalışma dağılımları şöyle: 1. grup:10.000 saat 2. grup: 8,0000 saat 3. grup: 4.000 saat Şimdi bu araştırmadan yola çıkarak Beatles'ın ve Bill Gates'in ortak yönüne bakalım. Beatles: Beatles grubu 1960 yılında yaşam mücadelesi veren lise grubu iken Hamburg'da çalmaları için teklif alırlar. Burada bir kulüpte haftanın 7 günü 8 saat boyunca çalarlar ve bunu 160 dan 1962 yılına kadar her birinde ortalama 100 gece olacak şekilde Hamburg!a 3 defa gelirler. Bundan sonra aşağıda sadece 3 şarkının yapım yıllarını yazıyorum.
1. Yesterday:1965
2. Yellow Submarine: 1966
3. Let it be: 1970
Görüyorsunuz grup Hamburg'dan önce kendi çapında yerel bir grup iken Hamburg seferlerinde yoğun çalamadan sonra dünya çapında bir gruba dönüşüyor.
Bill Gates:
Bill Gates'in babası zengin Seatellı bir avukattır, anneside bilinen bir bankerin kızıdır. Bill Gates 7. sınıfta sadece durumları iyi olan ailelerin çocuklarının olduğu özel bir okula gönderilir ve buradaki 2. senesinde okulda bilgisayar kulübü açılır. Tabii 1968 daha birçok üniversitede bilgisayar yokken böyle bir durum olması onun için büyük bir şansdır. Bill Gates bu yeni aletlere o kadar çok ilgi duyar ki bilgisayar kulübü neredeyse onun evi olur. Daha sonra arkadaşının ailesinin sahip olduğu şirketlere bilgisayar kiralayan bir firmada kiralana bilgisayarlar için programlama yapmaya başlar, daha sonra Washington üniversitesinde, bilgisayarlar başında istediği kadar zaman geçirme karılığında üniversite para ödemeleri için programlama yapmaya devam eder. Bilgisayar onun için bir takıntı olmuştur hafta sonları, ders araları hatta beden eğitimi derslerinde gecenin bir yarısı gider bilgisayar laboratuarlarında çalışır.

Sanırım 10.000 saatin nasıl aşıldığı hakkında Bill Gates'in devam eden kariyeri hakkında bilgi vermeme gerek yok. Yukarda verdiğim iki örnek gibi Mozart, Fazıl Say, Metallice vs. isimlerini biraz araştırırsanız eminim diğer 10.000 saatleri görmüş olacaksınız.

C) UÇAK KAZALARININ ETNİK TEORİSİ:

İstatistiklere baktığınızda 2000 li yıllardan beri uçak kazalarında muazzam bir düşüş olduğunun farkında mısınız? Aslına baktığınızda geçen 12 yıl içinde uçuş teknolojisinde çok süper gelişmeler olmadı ve zaten çoğu havayolunun filoları haka aynı tip uçaklardan oluşmaktadır. Yani balıldığında filmlerde olduğu gibi, motor patlaması gibi olaylara pek rastlanılmamaktadır. Kaza yapan uçakların çoğu planlanan zamanın gerisinde kalmış zamanı yakalamak için acele eden piloltlar sebebiyet vermektedir. kazaların %52 sinde pilot 12 dsaatten fazla uyanık/uçuyor idi. Geri kalan %44de pilot ve yardımcı pilot ilk defa beraber uçuyorlardı yani rahaty bir iletişim ortamı yoktu. Havacılık otoritelerinden biri (adı:Earl Weener denen bir amca) bir uçak idaresi asla tek bir kişi üstünde olmamalıdfır, pilot ve yardımcı pilot birbierlerini sürekli check etmeli, ortak bir şekilde uçağı kullanmalı hatta eğer biri yetersiz (yorgun vs.) diğeri kumandayı almadır der. Bu anektoktdan sonra bir kazadan bahsedersek:
1990 da kolombiya havayolllarına ait Kolombiya New York seferini yapan uçak, uçtukları gün havanın sisli olmasından dolayı, New York ta Kennedey havalimanında yoğun bir hava trafiği ile karşılaşırlar, bu sebepten doalyı havalimanı üstünde birkaç turu atmak zorunda kalırlar, havanın rüzgarlı da olmasından dolayı tam inecekken havada bir tur atmak zorunda kalırlar, son turdan sonra inme pozisyonuna geçerken ilk önce 1.motor saniyeler sonrada 2. motor da durur, sonuç kötüdür, uçağın 158 yolcusu da ölmüştür. Uçağı düşüş sebebini bulmları 1 günü bile geçmez:uçakta yakıt bitmiştir.

Nasıl oluyorda o kadar saat havada dolaşırken pilotlar bu durumu farketmezler ve zamanında önce inmeyerek bu kadar kötü bir kazaya sebep olurlar.Pilotların ikiside sarhoş filan mıydı? hayır.
Aslında ne olup bittiğini anlamak için  pilotların o günkü kondisyonuna, kendi aralarında ve Kennedy Havalimanı kulesi ile aralarında geçen konuşmalara bakmak yerinde olur.

2. kez pilot pisti kaçırdıktan sonra yardımcısına, acele ile söyler:  kuleye söyle; pisti kaçırdık ve yakıtımız bitiyor acil bir durumdayız.
Yardımcı pilotun kuleye söylediği ise: "merhaba şu pisti kaçırmış durumd aolup koordinatlarımız 1-8-0 dadır, bu arada yakıtmız azalıyor."

Burda dikkat edilmesi gereken nokta yardıcı pilot acil durumda olduğunu kuleye tam olarak yansıtmamaktadır. Söylediği cümlelerin sertliği; "kahvem azalıyor biraz daha alabilir miyim" den daha sert değildir.

bu konuşma bir tür "mitigated speech" dir.Yani ast üst ilişkisinden dolayı gerçek durumun üstlere anlatılmasının çekinilmesi durumu. havacılılkta kule üstündür ve brezilya kültüründe üstlere saygı önemlidir, bu yüzden söylenenler "kibarca" söylenmelidir.

havacılık kayıtlarına baktığınızda 200lerden önce bunun gibi başka havayollarıda vardır. Kore hava yollarının 200lerden önce ki tarhiinde sırf ast üstilişkisinden dolayı üstlerine durumun vahametini bildiremeeyen astlardan dolayı dğşen bir sürü uçak vardır. Çünkü Kore kültüründe büyüklerine ve üstlerine sert çıkmak çok ama çok büyük bir saygısızlıktır. 2000 li yıllardan sonra havayolları kokpit içindeki resmi dili ingilizce yapar ve tamami ile proffesyonel bir eğitim verir, şimdiki standartlarda 2. pilot 1. pilotun yetersiz olduğunu düşündüğü anda 1. pilotun görevini devralma hakkına sahiptir.

Özet olarak bazen iş yerinde ya da günlük hayatımızda üstlerimize ve büyüklerimize ya da sevdiklerimize ayıp olmasın saygısızlık olmasın diye yapılması gerekenleri yapmıyoruz, ve bu saygı kavramı yüzünden aslında hem kendimiz hemde başkaları için daha kötü sonuçlara sebep olabiliyoruz

Not: Kore havayolları şu anda Star alliance ın en saygın havayolu şirketlerinden biridir.


Bu üstte anşattığım bölümler dışında uzakdoğulu insanların atalarının yaşama koşlullarından dolayı (pirinç tarlarında çalışma) çok çaçışkan oldukları ve görece diğer kültürlere göre matematik ve diğer bilimlerde daha yetenkeli olmalarının daha zeki olmalarından dolayı değil detaylara çalışmaya daha dayanıklı olmarında bahsediyor;

Kısaca bu kitap başarının herhangi bir yetiye değil zamanı ve etrafı iyi anlamak ve çok çalışmak ile ilgili olduğunun anlatan güzel bir kitap







21 Eylül 2011 Çarşamba

Değişim

bence yasam boyunca durmadan celiski icinde yasiyoruz, bunlardan biri de hep düzen aramak ve onlardan sıkılmak. Belli bir rutini tutturmak icin çabalıyoruz coğumuz, düzenli bir işim olsun, evden işe işten eve gideyim, hafta sonu eşimle dostumla gezeyim deriz, ama bir yandan da sıkılırız aynı iş aynı mekanlar diye....Kimimiz bir güç bulur risk alir değiştirir rutinini kimi ayni ritmde devam eder, kimisi de vardir çok güzel yaşar ayni rutininde mutludur, huzurludur.Ah ama amiyane tabirle rahat batanlar için zordur hayatlar, bu tipler başarili tiplerdir, kendileride severler böyle olmayi ama diğer yandan onlar için de coğu zaman sıkıntılıdır,degisim olmaya basladiginda karışıklıkda yasamak kolay değildir.

Off ben şu an değişmek istiyorum diyemezsiniz, olaylar, hatıralar hisler birikr durur, altyapıyı oluşturur farkedersiniz artık harekete geçmenin zamanının geldiğini... İşte cesur, fikrinde samimi ve enerjik olanlar için macera başlar...

Degisim hissyati oyle bir sey ki ne zaman gerek duydugunuzu bilmezsiniz ama zamani geldiginde o kendini hissettirir, biyolojik saat gibi. Tabii bir de samimiyet kısmına yönelmek lazım. Eğer yapılan eylemdeki amaç samimi değilse kesinlikle çok büyük bir hüsran olur, yani insan fikri ile samimi olmalı kendini kandırmamalı ve yaptığına kesinlikle inanması lazm ve öye güçlü olamsı lazım ki başkalarının ne dediği onun enerjisini almamalı.....Einsteinin dediği gibi "eğer bir fikirde absürdlük yoksa, baştan kaybetmeye mahkumdur"Ve son olarak biraz da idealizm.

Gerekli altyapı oluştuktan sonra eylem kısmı...Asla altyapı süreci, kadar acı çekmezsiniz, yorulursunuz,sinirlenirsiniz ama güzel kısmıdır. Yolun sonunda ise belki ilk düşündüğünüzden başka bir yerdesinizdir ya da farklı bir iş yapmışsınızdır ama yeteri kadar çalışmışsanız, fikriniz ile samimi iseniz aynı değerde bir konumda ya da aynı değerde bir iş yapmışsınızdır....

13 Eylül 2011 Salı

EGO

hey ego ya da hegemonya sen nelere kadirsin???
90 larda o kadar da çok kullanılmayan bu kelimeler nedense 2000 li yıllardan itibaren çok duyar oldum. Tabii bunda büyümeninde etkisi var yinede bu kelimeler ile ilgili bir istatistik yapılsa sanırım deminde dediğim gibi daha çok kullanıldığı ortaya çıkacaktır, peki nedir bu sözcüklerin kelime anlamı:

İd, ego ve süperego insan zihninin katmanlarıdır. Bu katmanlar birlikte yer almalarına karşın farklı düzlemlerde fonksiyon görürler.
ID, zevk temelli bir istekler ve aşırı ısrarcı temel enerjinin çıkış noktasıdır. Temel ve en ilkel benliktir. Ana kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların en bencilce doyurulmasıdır
EGO; ise id nin bu isteklerini gerçeklikle karşılayan kısımdır. Çeşitli savunma mekanizmaları ile idi dengeler. İd ve süperego arasında dengeleyici unsurdur. Temel görevi kişisel güvenlik sağlamak ve idin bazı isteklerine izin vermektir. Freud ilerki yıllarda gerçekliği test etmek, savunma, bilgi sentezi ve zeka fonksiyonları ile hafızayı bu merkeze bağlamıştır
Süperego baba figürünün ve kültürel adetlerin içselleştirilmiş bir sembolüdür. Id nin ihtiyaç ve talepleriyle çatışma halindedir. Id ye karşı saldırgandır. Tabuları ayakta tutar. Oidipus kompleksinin çözümü için baba figürünün içselleştirilmesidir.

Hegomonya ise devlet yönetimlerinde ya da eski yunanca baskın olan yönetimi betimlese de gündelik dilde daha çok baskınlığı belirtmektedir.

Hepimiz belli bir sosyal çevrenin içinde büyüyoruz, sosyal açıdan belli bir konuma sahibiz kimimiz arkadaşları arasında daha saygın bir yere sahip, ya da kimi iş yerinde daha çok söz sahibi , kimi aile içinde sevilen dışarıda pek sevilmeyen biri vs. vs. vs.

Ve bakıldığında çoğumuz ilişkilerimizde istesek de istemesek de etki alanımızı arttırmak isteriz hatta zaman zaman zaman en yakınlarımız ile bir çekişmeye gireriz daha baskın hale gelmek için. Kimimiz daha güzel olmak ister, kimimiz tek söz sahibi olmak ister, kimimiz en fazla kazanan olmak ister bu liste gider de gider....Kimi zaman bu hırsa girdiğimizin farkına varmayız, kimi zaman körükleye körükleye gideriz bunların üstüne, bu yüzden en sevdiğimiz bile rakibimiz olur zaman zaman.....

Neden?

Bence bu durum en temel içgüdelerin dallanıp budaklanmış halidir... en temel ihtiyaçların barınma, üreme, karın doyurma olduğunu ve bunun temel içgüdüleri yönlendirdiğini varsayarsak; herhangi bir ortamda elde edeceğimiz baskınlık bu üç temel ihtiyacın daha fazla ve rahat biçimde karşılnamasını sağlayacaktır.

Buraya kadar bir sorun yok, bu içgüdüler ego ile tatmin edilebilir. Buradaki asıl sorun bu baskınlık yaratılırken başkasının varlığını ne kadar etkileniyor?? Yani ben güdülerimi tatmin edeyim derken karşı tarafa zarar veriyor muyum? asıl önemli olan bu; ve ne yazık ki bu zararı hem biz veriyoruz hem de aynı zamanda başkaları tarafından bunun zararını görüyoruz.

Kimimiz iş yerinde baskın olmak için altımızda ki elemanı eziyoruz, ya da eziliyoruz bir üstümüz tarafından,
kimimiz zaman zaman etrafımız ile rekabete gieiyoruz " o araba almış bende alayım" diye, yani, karşılaştırmaya gidiyoruz.Ya karşıdaki neye sahipse aynısına sahip olmaya ya da karşımızdaki ni ezmeye çalışıyoruz...

Peki nedir bu durumun ilacı, 1. si biz bunu yaptığımız da nasıl düzeltmeli 2. böyle bir şeye maruz kaldığımızda nasıl yanıt vermeli neyse bu durum da başka bir yazının konusu







4 Eylül 2011 Pazar

kabak koyu

Tatilin son günü;

Güzel 1 hafta geçti, kabak koyuna gittik hakan, serkan ve cem ile, 13 saatten fazla süren sonu macera dolu olan bir yolculuk. Hani sorsalar tatil ile ilgili düşüncelerin neler; diyebileceğim çok güzel zaman geçirdim ve kafamı dinlendirdim. Kaldığımız yer kabak koyununu tepesinde full moon camp adında bir yer, ulaşım kendi arabanızla çok zor ama bizim kadar maceraperestseniz, gidebilirsiniz. mekan ve odalar rahat ve temiz değil, duş tuvalet dışarıda ama manzara o kadar güzelki bunları önemsemiyorsunuz bile, mekan sahipleri çok cana yakın doğal bir güven ortamı var müşteri, çalışan ilişkisi yok, tatil boyunca barda müziği hep biz yaptık. Yemekler gereçekten ama gerçekten çok güzel. Ücrete gelince biz günlük 50 liraya kaldık sabah kahvaltı akşam yemeği dahil 3 günün sonunda kişi başı 380 lira para ödedik. ama bu fiyata içtiğimiz içkiler (kalcak yerden daha çok içiye para harcadık:)) kelebekler koyuna bot ile ulaşım dahil... yapabileceğiniz şeylere gelince...

Mekanın güzelliği yapabilecek bir şey aramıyorsunuz o kadar güzel bir manzara ve huzur var ki hiçbir şey yapmadan çardakta sadece kitap okuyup uyuyarak geçirebilirsiniz. bizim yaptığımız sabah erken kalkmak (zaten hava o kadar temiz ki ne kadar sarhoş olursanız olun erken kalkıyorsunuz) kahvaltı etmek çardakta şekerleme yapmak kitap okumak ardından sahile inip yüzmekten ibaretti.

denize gidiş geliş biraz uğraş istiyor, likya yolu denen bir patikadan iniyorsunuz. (Likyalılar iniş güvenli olsun diye yolu uzatmışlar ama türk aklı tehlikeyi göze alarak bir sürü kısa yol oluşturmuş.) sonra kabak koyuna çıkıyorusunuz, deniz taşlı ama güzel. bu arada bilmem ne miletvekili kumsalın 30 m. gerisine alaçatı ve çeşmede görünen mekanlara benzer bir yer açmış bence çok çirkin...( bu arada yasal olarak kumsaldan 100 m. ilerisine kadar sit alanlarında mekan açmanın yasak olduğunu belirtmemin gerekli olduğunu düşünüyorum)

Bunun dışında kelebekler vadidine bot ile turlar düzenliyorlar, kelebekler vadisinin manzarası ve denizi tek kelime ile mükemmel, günübirlik gittiğimiz için çadır hayatı ve orada yaşananlar hakkında hepimizin kulağına gelenlker dışında fazla bir bilgim yok, cem ile bereaber 2 saat boyunca denizde takıldık derinleere daldık tek kelime ile mükemmel.

işte böylee tatil bloğu ile ilgili çok can sıkmak istemiyorum, bir sürü duygusak çıkarım var ama onlarla canınızı sıkmayayım..